719 TAM PUAN: TESADÜF MÜ TERTİP Mİ? / günlerden 18 temmuz

 



Özge Öner yazdı____________________

Bu yıl Liselere Geçiş Sistemi (LGS) sınavında 719 öğrencinin tüm soruları doğru yanıtlayarak 500 tam puan alması, sağlıklı bir toplumda olması gerektiği üzere alkışla karşılanacağı yerde hayretle ve hızla yükselen bir kuşkuyla karşılandı. Adalete olan güvensizliğimizi bir yeni normal olarak kabul edersek, aslında maalesef kuşkulanılanın gerçek olma ihtimalinin de yüksek olduğunu söylemem gerekir.

Nitekim, CHP İstanbul Milletvekili ve eğitimden sorumlu CHP Genel Başkan Yardımcısı Suat Özçağdaş’ın kamuoyuyla paylaştığı belge ve yazışmalar, bu şüphenin yalnızca sosyal medya spekülasyonu değil, belgelenmiş bir vaka olabileceğini gösteriyor. Sınavdan yalnızca günler önce, bazı özel öğretim kurumlarında yapılan etütlerde, sınavda çıkan sorularla bire bir örtüşen içeriklerin işlendiğini gösteren ekran görüntüleri, WhatsApp yazışmaları ve öğrenci notları, sınavın güvenliği konusunda derin bir boşluk olduğunu ortaya koyuyor.

Burada dikkat çekilmesi gereken nokta yalnızca tam puan alan 719 öğrenci değil. Hatta bilhassa onlar değil zira muhakkak içlerinde bileğinin hakkıyla tam puan alanlar var ve bu çocukları tek tek töhmet altında bırakmak konunun aslını ıskalamak demek. Zira asıl mesele, eğer bir sızıntı olduysa bu içeriğe çok daha geniş bir kitlenin -belki de binlerce öğrencinin- erişmiş olması ihtimalinin kuvvetidir. Özçağdaş’ın da ifadesiyle, eğer sorular gerçekten çalındıysa, full çeken öğrenci sayısındaki zıplama yalnızca buzdağının görünen kısmı. Asıl mesele bu içeriğe temas etmiş ama istatistiksel olarak dikkat çekmeyen, sistem dışı avantaj sağlamış daha geniş bir kitle olup olmadığıdır.

Bursa örneği: Gerçek dışılığı kadar, inandırıcılığı da manidar bir iddia

LGS 2025’e dair ortaya atılan en sansasyonel iddialardan biri, Bursa Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu’ndan 36 öğrencinin 500 tam puan aldığı yönündeki söylentiydi. Sayının kendisi kadar, bu olağan dışı kümelenmenin aynı okul çatısı altında toplanması sınav sistemine dair daha derin bir sorunun dışa vurumu olarak kabul edildi. Ancak iddia kısa sürede resmi kurumlar tarafından yalanlandı ve İYİ Parti milletvekili Turhan Çömez’in gündeme taşıdığı iddianın gerçeği yansıtmadığı kamuoyuyla paylaşıldı.

Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta, iddianın doğru olmayışından ziyade gördüğü kabuldür. Yani mesele bu olayın yaşanıp yaşanmadığı kadar, yaşanmış olabileceği fikrinin neden bu kadar kolay alıcı bulabildiğidir. Bu tür haberlerin kamuoyunda hiç yadırganmadan, sorgusuzca dolaşıma girmesi, teknik bir yanlış bilgilenmeden çok daha fazlasına işaret eder. Çünkü “inanılırlık” dediğimiz şey, yalnızca anlatının kendisiyle değil, o anlatının geçtiği zeminin toplumsal hafızadaki karşılığıyla ilgilidir.

Türkiye’de eğitim sistemi, sadece öğrencilerin değil, kamuoyunun da artık eşitlik duygusunu test ettiği bir alana dönüşmüştür. Veliler, çocuklarının kaderini belirleyen sınavlara artık sadece bir yarış değil, bir tür rant dağıtım mekanizması gözüyle bakmakta, “bizimkiler” ve “onlar” arasında bölüştürülen görünmez ayrıcalıkların varlığına dair yaygın kanaat, sınav sonuçlarını bile “tarafsız bilgi” olarak algılamayı zorlaştırmaktadır.

Tam da bu nedenle, bir okuldan 36 kişinin full çektiği gibi gerçek dışı bir haber bile toplumda sahici bir alarm etkisi yaratabilmektedir. Çünkü ortada yalnızca bir iddia değil, bu iddiayı mümkün kılan bir güven kaybı, bir eşitlik erozyonu, bir kurumsal meşruiyet problemi vardır. Haber yanlış olabilir, ama yankısı doğrudur: Bu ülkede insanlar, böylesi organize bir adaletsizliğin pekâlâ yaşanabileceğini düşünmektedir. Ve ne yazık ki bu düşünce tevatürle değil, tecrübeyle sabittir.

 

LGS soruları nasıl hazırlanır?

LGS sorularının hazırlanma süreci, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Ölçme, Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yönetilen teknik ve güvenlik açısından sıkı protokollere tabi bir süreçtir. Sorular, önceden belirlenmiş ve eğitilmiş branş uzmanları tarafından yazılır; ardından bu sorular bir denetim kurulunca dilsel, pedagojik ve ölçme-değerlendirme kriterlerine göre çok katmanlı biçimde incelenir. Onay alan sorular, dijital sistemlere aktarılır ve özel şifreleme sistemleriyle MEB’in merkezî dijital havuzuna yüklenir.

Bu aşamadan sonra sistem, dışarıdan erişime kapalı bir yapıya bürünür. Soru havuzundan sınav için kullanılacak soruları çeken kişiler belirli bir tarihten itibaren tamamen izole edilir. Bu kişilerin sınav bitimine kadar hiçbir kişiyle -ne yüz yüze ne de dijital yollarla- iletişim kurmalarına izin verilmez. Sınavın güvenliğini sağlamak için oluşturulan bu “kapalı devre” sistem, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda dijital ve hukuki denetim mekanizmalarıyla da korunur. Bu süreç kamuya yalnızca genel hatlarıyla açıklanmakla birlikte, içeride kimlerin görev yaptığı, ne kadar süreyle izole kaldığı ve hangi erişim kayıtlarının tutulduğu konusunda ayrıntılı bilgi verilmez.

İlgili sorular, bu izolasyon süreci sona erdiğinde yüksek güvenlikli, ISO 27001 sertifikalı matbaalarda basılır. Giriş çıkışlar kamera ile izlenir, matbaa çalışanları izole bölgelere alınır, sınav kitapçıkları mühürlü kutularla illere gönderilir. Kitapçıkların taşıma, teslim ve dağıtım süreçleri de yazılı talimatlarla adım adım belirlenmiştir. Yani kağıt üzerindeki sistem, teknik açıdan neredeyse delinemez görünmektedir.

Ancak, LGS 2025’te yaşanan istatistiksel sıçrama ve Suat Özçağdaş’ın ortaya koyduğu belgeler, bu sistemin yalnızca dışarıdan değil, içeriden de zaafa uğrayabileceğini göstermektedir. Bu noktada asıl sorun, sistemin tasarımı değil, tasarımı uygulayanların denetlenebilirliğidir. Yani LGS’deki soru hazırlama ve uygulama süreci teorik olarak ne kadar steril görünürse görünsün, aktörlerin sorumluluğu, sistemin güvenilirliğini belirleyen esas unsurdur. Sorulara sınavdan önce erişim sağlandıysa -ve bu erişim merkezi sistem dışından gerçekleştiyse- LGS artık yalnızca bir sınav değil, ölçülmemiş adaletsizliğin kurumsallaştığı bir yapıdır.

Eğer sınav güvenliği kırıldıysa, zarar gören yalnızca tam puan alamayan çocuklar değildir. Zarar gören, tüm öğrencilerin geleceğe eşit koşullarda erişebileceğine olan inançtır. Ve bu zarar yalnızca pedagojik değil; hukuki, etik ve siyasal bir kriz olarak ele alınmalıdır.

 

MEB konuştu

Bakan Yusuf Tekin’in “tam puan alanların sayısındaki artış, disiplinli ve planlı çalışmanın sonucudur” cümlesiyle özetlenebilecek beyanı, yüzeyde çocukların emeğini koruyan bir tonda gibi görünse de aslında meseleyi geçiştiren, teknik hiçbir temele dayanmayan ve somut hiçbir iddiayla yüzleşmeyen bir politik kaçışa işaret ediyordu.

Kamuoyunun sorduğu şey, çocukların ne kadar çalıştığı değil; Suat Özçağdaş’ın duyurusuna konu olan ve bakanın kendisinin de zımnen kabul ettiği, soru kitapçığının sızdırılması hadisesi. Fakat bakanlık bu somut sorulara temas etmeyi değil, parmak sallamayı tercih etti.

Nitekim Bakan Tekin’in eleştirileri yanıtlarken kullandığı ifadeler de en az açıklamanın içeriği kadar sorunluydu. Kamuoyundaki şaibe tartışmalarını küçümseyici bir tonla, “Aptala anlatır gibi anlatıyorum” diyerek başladığı, “Pis kokular geliyorsa CHP’li belediyelerden geliyor” diye devam ettiği ve günün sonunda da iddialara dair de en ufak bir cevap vermediği konuşması yalnızca konuyu hafife aldığını değil, aynı zamanda kamuoyunu muhatap almaktan da imtina ettiğini açık ediyordu. Sorunun kaynağını saptamak yerine soruyu soranı aşağılayan bu dil, yalnızca bürokratik bir ciddiyet yoksunluğu değil; aynı zamanda demokratik muhataplık fikrinin de içini boşaltan ve bizim maalesef mevcut iktidarda ziyadesiyle kanıksadığımız bir dildir. İdeal bir evrende görev tanımı net ve ülke nüfusunun tamamına eşit hizmet vermekle sorumlu bir devlet memuru olarak herhangi bir bakanın aktif bir siyasetçi gibi açıklama yapması garabeti bir tarafa dursun, meğerki aktif siyasetçi olsun yine de kabul edilemeyecek ciddiyetsizlikte bir dilden bahsediyorum. Burada Bakan Tekin’e haksızlık da etmek istemem, zira bu bahsettiğim bir anomali değil norm haline dönüştü.

Ortada bir skandalın olup olmadığı henüz kesinleşmemiş olabilir. Ancak ortada güçlü bir ahlaksızlık ihtimali olduğu kesin. Böyle bir ihtimal karşısında bir bakanın görevi, o ihtimali yok saymak değil; araştırmak, ortaya çıkarmak, muhatapları tespit etmek ve gerekirse cezai süreci başlatmaktır. Siyasi nezaket bir yana, kurumsal meşruiyet de bunu gerektirir.

Çünkü kamu adına hareket eden herhangi bir iktidar, hele ki bu iktidar “milli eğitim” gibi bir alanın idaresini üstlenmişse, en başta hesap verme yükümlülüğü altındadır. Kurumsal itibar, susarak korunmaz.

Aksine, suskunluk yalnızca kuşkuyu değil, hukuksal belirsizliği de büyütür.

 

Zihniyet değişmeden sistem değişmez

Sonuç itibarıyla, LGS üzerine düşen bu gölge yalnızca ölçme adaletine değil, iktidarın zihniyet haritasına da ışık tutuyor. Zira burada konuştuğumuz şey sadece bir sınavın münferit birkaç kendini bilmez ahlaksız tarafından sızdırılması değil, bu art arda gelen sistematik ahlaki vakaların bir tür inançla rasyonalize edildiği sürecin kendisi.

Türkiye bu tür sınav şaibelerini ilk kez yaşamıyor. 2000’li yılların başından itibaren KPSS, ALES, TUS ve Polis Akademisi sınavlarında yıllarca süren organize hırsızlık FETÖ’nün kadrolaşma stratejisinin temelini oluşturmuştu. O dönemin “mağdurları”, sınavı geçemediği için değil, sınava gerçekten girdiği için elenmişti. Soruları çalanlar değil, çalışıp güvenenler saf dışı kalmıştı. Bu yapı sınavı sadece bir bilgi ölçme aracı değil, kendi mensuplarına “takdis edilmiş” bir ayrıcalık mekanizması olarak kurguladı.

Bugün ise o zihniyetin adı değişmiş olabilir, fakat meşruiyet üretme biçimi neredeyse bire bir aynı. Sınav sorularının yalnızca belli çevrelere “nasip” edilmesini sıradan bir usulsüzlük değil, “hak edilmiş bir adalet” olarak gören bir akıl yürütmeyle karşı karşıyayız. Çünkü bu çevrelerde devlet nötr bir kurum değil, kendi inançları doğrultusunda “fethedilmesi gereken” bir alandır. Ve eğer dünya “darülharp” ise zafere giden her yol mübahtır.

Kendi çocuklarının kazanmasını yalnızca pedagojik bir hedef değil, ahlaki bir görev olarak gören bu zihniyet için sınavın adil olması değil, kazananın “bizden” olması önemlidir.

Burada mesele sadece dini referanslarla siyasallaşmış bir ahlak anlayışı değil, aynı zamanda Allah’ı kendi iradesine ortak eden bir fütursuzluktur. Bu akıl, liyakati kul hakkı değil, ideolojik zaferin bir vasıtası olarak görür. Yani bilgi değil aidiyet ölçülür. Hakkaniyet değil kimlik doğrulanır. Ve sonuçta kazanan, hak etmiş olandır; çünkü zaten “hak üzere” olduğunu varsayar.

Bu zihniyetin sınavlarla sınırlı kalmadığını biliyoruz. Bugün yargıda da benzer bir düşünsel deformasyonla karşı karşıyayız. Kararlar yasaların nesnel sınırları içinde değil, o kararın kime hizmet ettiğine göre veriliyor. Hakimlik değil, aidiyet beyanı yapılıyor. Mahkeme salonları, hukukun değil, sadakatin sınandığı yerler haline geliyor.

Adalet terazisiyle oynayan da o teraziyi tersine çeviren de aynı sözde ilahi vekalet kibrine sahip.

İşte bu yüzden LGS hadisesi sadece bir eğitim krizi değil, zihniyetin, hukuk sistemine, liyakat mekanizmalarına ve kamuya dair tüm yapıları nasıl içeriden kemirdiğinin en güncel örneğidir. Ve bu örnek bana şunu tekrar düşündürüyor:

Bütün bu olanları gündelik olgular, vakalar, “skandallar” olarak ele alıyoruz. Ve fakat arka planda tahrip olduğunu gördüğüm bir toplumun tümden kavram dünyası. Olgular ivedilikle düzelebilir ama kavramların tahribatını gidermek çok zaman alacaktır. / Gazete Oksijen

 

18 TEMMUZ’LAR

1920 – Mîsâk-ı Millî, TBMM’de kabul edildi. Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Millî üzerine yemin etti.

1925 - Adolf Hitler, nasyonal sosyalist fikirlerini açıkladığı kişisel manifestosu Mein Kampf'ı (Kavgam) yayımladı.

1930 - Ankara Etnografya Müzesi halka açıldı.

1932 - Türkiye, Cemiyet-i Akvam'a (Milletler Cemiyeti) 56. üye olarak kabul edildi.

1932 - Türkiye'de Ezanın Arapça okunması ülke genelinde resmen yasaklandı.

1941 – II. Dünya Savaşı: Artan millî savunma ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla piyasaya ‘tasarruf bonosu’ çıkarıldı. 5, 25, 100, 1.000 liralık tasarruf bonoları 3, 6 ve 12 ay vadeli olarak düzenlendi. Faizleri yüzde 4 ile 6 arasında değişen 25 milyon tutarındaki bonolara halk büyük ilgi gösterdi.

1945 – Çok partili demokratik hayatın ilk adımı atıldı: Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Partinin kurucuları arasında Nuri Demirağ, Hüseyin Avni Ulaş ve Cevat Rifat Atılhan gibi isimler yer aldı.

1946 - İzmir Gazeteciler Cemiyeti kuruldu.

1976 - Rumen jimnastikçi Nadia Comăneci, Yaz Olimpiyatları'nda 10 tam puan aldı. Böylece Olimpiyat Oyunları tarihinde tam puan alan ilk jimnastikçi unvanını da alarak tarihe geçti.

1996 - Paris'e gitmekte olan bir ABD yolcu uçağı, Long Island-New York açıklarında havada infilak etti; 230 yolcudan kurtulan olmadı.

2016 – Türkiye askerî darbe girişimi sonrasında Türkiye genelinde 3 ay süreyle olağanüstü hâl (OHAL) ilân edildi.

 

18 TEMMUZ’DA DOĞANLAR

1918 - Nelson Mandela, Güney Afrikalı siyasetçi (ö. 2013)

1941 - Bedrettin Dalan, Türk mühendis ve siyasetçi

1953 - Turgay Tanülkü, Türk sinema, dizi ve tiyatro oyuncusu

1955 - Banu Avar, Türk yazar, gazeteci, program yapımcısı ve sunucu

1956 - Meral Akşener, Türk siyasetçi

1967 - Vin Diesel, Amerikalı aktör

 

18 TEMMUZ’DA ÖLENLER

1817 - Jane Austen, İngiliz yazar (d. 1775)

1965 - Refik Halit Karay, Türk gazeteci ve yazar (d. 1888)

2002 - Metin Toker, Türk gazeteci, yazar ve Kontenjan Senatörü (İsmet İnönü'nün damadı) (d. 1924)

2019 - Tuncer Cücenoğlu, Türk oyun yazarı ve çevirmen (d. 1944)

Yorumlar